Bir kaç aydır yedi yaşındaki kızımla satranç oynamaya başladık. Yaptığımız en güzel aktivitelerden biri olarak, her oyun baba kız olarak bizi oldukça mutlu ediyor. Günümüz çocukları istisnasız kolayca dağılan odaklara sahipler, bunda onları çepeçevre saran hızlı tüketim kültürü ve sosyal medyadaki aşırı tüketime dayalı içeriklerin payı olduğu kadar bizlerin de payı büyük. Biraz kolaycı bir yaklaşımla çoğu zaman çocukların bu girdaba yakalanmalarına çanak tutuyoruz. Çünkü bizler de farkında olsak da olmasak da çoğu zaman aynı girdaba kapılmış halde buluyoruz kendimizi.
Satranç tarzı aktiviteler, çocukların dikkatlerini toplamalarındaki en güzel yollardan biri, bir diğeri de sportif faaliyetlerdir şüphesiz. Çocukları çocuklardan, doğadan, spordan mahrum bırakmamak ümidiyle konuma girişi yapıyorum; gerçekten kazanmaktır bazen kaybetmek.
Orwell’ın 1984’ündeki gibi savaş barıştır, özgürlük köleliktir demeyeceğim merak etmeyin haddime değil, tüpsüz olarak o kadar derinlere dalıp vurgun yeme niyetim de yok gece gece.
Ama kızım ile satranç oynarken şunu fark ettim ki hemen yazıya dökeyim arada kaynamasın istedim bu düşüncelerim. Kızımın ara sıra beni yeniyor olması, onda muhteşem bir öz güven patlamasına sebebiyet veriyor, hem oyuna daha çok odaklanıyor, hem oyundan daha çok keyif alıyor, hem de daha çok mutlu oluyor. Ben de arada bir bilerek ona yeniliyorum. Yakında istesem de yenemeyeceğim seviyeye geleceğinden şüphem yok umarım bu yazıyı okuduğunda bana gülüyor durumda olur.
Benim kızımda uyguladığım bu taktiği acaba hayatımın her alanında uyguluyor muyum diye sorguluyorum ? Yoksa her zaman haklı çıkmak, her zaman kazanmak uğruna, aslında kazanırken de kaybettiğim durumlar oluyor mu ?
Aslında hayat bir çok yönden satranç oyununa benziyor, oradaki amaçlar öncelikler belli, bizim de hamlelerimizi yapmadan önce önceliklerimizi belirlememiz gerekiyor belki de, tamam oyunun sonunda şah da piyon da aynı mezarda yatıyor ona bi lafım yok, bu bilgi pusulamız olsun hayatta ara sıra hatırlayalım ama oyunu oynarken daha bi derin, daha bi içten, daha bi hissederek, daha bi mutlu olmak da elimizde sanki.
Benim önceliğim 7 yaşında satrancı yeni öğrenen küçük bir kızı yenerek egomu tatmin etmek mi ? Yoksa küçük bir kız çocuğunun öz güvenini yükseltip, satranç gibi bir oyunu severek, hayattan keyif alıp mutlu olmasını sağlamak mı ? Bu örnekte eminim hepimiz çok rahat doğru cevabı verip, yapılması gereken hareketi yapıyoruzdur.
Ama hayatın bize sunduğu örnekler her zaman bu kadar net olmuyor maalesef, iş yerinde çalışırken üstleriniz size bu şekilde davranıyor mu ? Ya siz astlarınıza bu şekilde davranıyor musunuz ? Ya da en zoru belki de sizinle eş olanlar, eşiniz, arkadaşınız, dostlarınıza bu şekilde davranıyor musunuz ? Ya da annenize, babanıza bu şekilde davranıyor musunuz ? Acaba kazandığınızı sandığınız kaç tane oyunu gerçekte kaybettiniz.
Kendi özel hayatımda bu konuyla alakalı yakalayabildiğim çok saptamam var ancak burada biraz daha yüzeysel örneklerle beyinlerde yeni sorular sormaya, sorgulatmaya bi farkındalık oluşturmaya amaçlıyorum, tüm yazılarımdaki çizgimi koruyarak.
Bazı dostlarım üzerine alınmasın onlarla olan rekabetimiz gerçekten dişe diş, kana kandır. Bazı spor branşlarında son ana kadar kazanmak için oynarız basketbolu, masa tenisini onun da hazzı bambaşkadır. Ama ben hem basketbolda hem de masa tenisinde onlarca kez deneyimledim bilerek kaybetmeyi ve inanın hepsinde de dostluklarım perçinlendi bi sır olarak burada kalsın.
Bazen körü körüne kazanmak için en yakınlarımızı üzmekten, yenmekten kendimizi alıkoyamıyoruz, bazen bu duygular öyle seviyelere yükseliyor ki büyümek için sabırsızlanan fidanların güneşlerine engel oluyoruz. Özellikle iş dünyasında bilgiyi paylaşmaktan korkuyoruz, arkadaşlarımızı yüceltmekten çekiniyoruz, bir adım geride kalmak zorumuza gidiyor. Oysaki kaybetmek gerçekten kazanmaktır belki. Beki bazen bir iki adım geride durmak çok daha ilerilere gidebilmektir.
O kadar şanslıyım ki bugün kızıma satrançta kaybettim mutlu ve huzurlu bir şekilde uykuya dalabilirim.