İstanbul’a ilk kez gelip, hayatında hiç metrobüse binmeyen birinin, pandemi öncesi iş çıkışı saatinde Zincirlikuyu’da metrobüse binmeye çalışması gibi bir histi, dış dünyadan tamamen kopuk Gideros’un dingin, korunaklı sularından, Murat Reis’in takası ile Karadeniz’in azgın sularına açılmak.
Korkunun hiç eksik olmadığı adrenalin yoğunluğunun civa ile yarıştığı o anları, daha tam olarak sindiremeden, Cide’ye doğru yolumuza devam ettik. Niyetimiz gün batımında Cide’de olmak mümkünse de güneşi uğurladıktan sonra bir otele yerleşmekti.
Cide, daha hudutlarına girer girmez, upuzun sahili, sahilde yürüşe çıkmış her yaştan insanı, yaşam dolu atmosferi ile hemencecik bi yakınlık kurmuştu bizimle. Düşük hızla sahil şeridinden ilerlerken, güneşi uğurlamak için tavsiye üzerine Tuğ Tepesi Seyir Terasına doğru gittik. Gerçekten seyir terası adının hakkını veriyordu, muhteşem bir gün batımı eşliğinde, belediyenin işlettiği bu tesiste ekonomik bir akşam yemeği ile Cide’yi izlerken aklımız, hala gün içinde yaşadığımız karadeniz macerasındaydı.
Tuğ Tepesinden Birkaç Kare :





Yemek ve gün batımı sonrasında sahildeki Salapurya Otel’de konaklamaya karar verdik, checkinimizi yapar yapmaz, alışılageldiği üzere otel sahibi ile hemen kanka moduna geçmiştik, hatta odamıza çıkmadan dışarıda onunla birkaç bardak çay içip, sohbet edip yarının programını netleştirdik.
Otel sahibi ile yaptığımız sohbet sonrasında günün yorgunluğu da iyice kendini hissettirmişti. Cide gecelerini keşfetmeyi, yarınki geceye bırakıp dinlenmek üzere odamıza çekilmiştik.
Otel sahibinden aldığımız tüyo ile Malyas nehrine doğru yola koyulduk, maalesef damperli kamyonların haşin ruh hallerinin yansımaları yollara nüfus etmişti, irili ufaklı çukurların arasından, ilk versiyon home computerlardaki köstebek oyunları tarlasında ilerler gibi düşük hızlarla, pür dikkat yolumuza devam ediyorduk. Aşırı derece bozuk satıhta ilerleyip Malyas Nehrin’e vardığımızda, şöyle bir bakıp, Loç Vadisi Seyir Terası’na doğru yola koyulduk, derken yolumuzun üzerinde bir kahverengi tabela gördük, tabela üzerinde Kılıçlı Mağarası yazıyordu yine kaç km ötede olduğuna dair en ufak bir işaret konmamıştı tabelanın üzerine. Birden rotamızı değiştirdik ve Kılıçlı tabelalarını takibe başladık. On dakika sonra bir köy merkezine geldik ancak yol bitti tabelalar da bitti ve etrafta mağaraya benzer herhangi bir oluşuma da rastlanmıyordu.
Oranın yerlisi olduğu her halinden belli, ellili yaşlarının başlarındaki bir ihtiyar delikanlıya mağaraya nasıl gideceğimizi sorduk. Karadeniz’in dalgaları gibi hala kulaklarımda çınlanıyor onun gidemezsiniz deyişi, abimize biz nasıl gideriz ? Mağara nerededir diye soruyoruz ? O bize karşılık olarak yolu biliyor musunuz diyordu ? Yahu bilmiyoruz ilk defa geldik buraya dedikçe o bize o zaman siz gidemezsiniz diyordu. Ve söylememesi gereken o sihirli kelimeyi defalarca söylemişti, artık ok yaydan çıkmıştı ve ben o mağaraya gidecektim.
Abimizi arabaya aldık bizimle birlikte 200-300 metre kadar geldikten sonra arabayı durdurdu ve bundan sonrasını yayan olarak gitmeniz gerekiyor şurayı görüyor musunuz dedi ? Gösterdiği yer kuş uçuşu 500 metrelik bir mesafede dağın yamacıydı. Evet Evet dedik gayri ihtiyarı oysaki tam olarak neresi olduğunu anlamamıştık. Sonra bize gülerek e hadi gidin o zaman da görelim dercesine gidin o zaman dedi.
Başladık yürümeye biraz amcaya kızmış, biraz orti ile gerilmiştik çünkü bu ilk kısımda benim aşırı istekliliğime karşın, o daha rasyonel bir tavır sergiliyordu ve haklı olarak sıcağın ortasında yolunu bilmediğimiz, gittiğimizde neyle karşılacağımız belli olmayan bir mağaraya ısrarla niçin gittiğimizi sorguluyordu belki de bana hissettirmeden. Derken yolumuz kurumuş bir dere yatağıyla kesişti , yükselen ağaçlardan yukarısını göremiyor, hangi yöne gitmemiz gerektiğini kestiremiyorduk. Ve muhteşem yönlendirme ve tabela sistemimize bir kez daha şükrediyorduk çünkü etrafta mağaraya dair en ufak bir işaretlendirme yoktu. Kahverengi tabelalar her zamanki gibi bizi bir yere kadar getirip bir bilinmeze atmıştı.
Adını Bilmediğimiz Kurumuş Dere Yatağından Kareler:







Dere yatağından yanlış yolu takip ettiğimizi, birkaç saat sonra anlayacaktık çünkü takip ettiğimiz patika bitti, sık dikenli çalılar ve ağaçlarla kaplı bir yerde nereye gideceğimizi bilemez halde kala kalmıştık aradan takribi bir saat geçmişti, gerçi bize bu bir saat birkaç gün gibi gelmişti ya orası ayrı. Şimdi ya geri dönecektik ve döktüğümüz kanlar yerde kalacaktı bu arada dikenler, ayağımıza kolumuza batmış birkaç damla kan dökmüştük, ya da hedefimize ulaşacak ve tarih yazacaktık. O noktada ortiyi daha fazla zorlamamam gerektiğine dair muhasebeye girişmeye kalkacaktım ki adete orti braveheart filmine taş çıkartacak bir cesur yürek olmuş bana bakıyordu. Onun bu halini görünce artık kaçınılmaz sonun geldiğini anladım ve kendinden emin ancak attığı adımlardan ve gittiği yönden emin olmadan, vahşi çalıları yara yara ilerledik tahmini 40 dakika sonra bir mağaranın yarığını gördük. Oraya doğru ilerlerken saniyeler içerisinde sıcaklığın 10- 15 derece birden düştüğünü hissetmek muhteşem bir duyguydu, tam öğle sıcağında kavrulurken birden derin dondurucunun içine kafayı sokmuş hissi ile kendimizden geçtik.
Hiçbir bilgilendirme yazısı, yolu ya da emniyet önlemleri olmayan mağaramıza gelmiştik, şimdi merdivenleri takip edip gidebildiğimiz yere kadar gidecektik. Buraya aydınlatmadan tutun ki, halat, çakı vs alet edavat olmadan gelmenin büyük delilik olduğunu çok geçmeden anlamıştık.
Üç kat yukarıya Kılıçlı mağarasının girişine çıkmış, günün en sıcak zamanında olabileceğimiz en serin yerde sırt çantamızda binbir zorlukla taşıdığımız nevalemimizi yemenin tadını çıkartıyorduk. Bu arada cep telefonlarımızın cılız ışığıyla mağarada beş on metre ilerlediysek de daha öteye gitmeyi dooğru bulmadık, sonradan öğrendik ki aslında mağara yüzlerce metre daha devam ediyormuş.
Kılıçlı Mağarası ile ilgili Görseller ve Videolar :
Kastamonu’nun mutfağı dillere destan, etli ekmeği, banduması, kuyu kebabı, tiridi ve banmak istediğiniz onlarca diğer yerel lezzeti yanında kestane balı, pastırması, sucuğu, sarımsağı, ceviz helvası da gelmişken muhakkak yanınıza almanız, sevdiklerinizi şımartmanız gereken yöresel lezzetler, değerler. Biz de Kılıçlı Vadisi dönüşünde uğradığımız köy kahvesinden öğrendik ki Kastamonu’nun en iyi ceviz helvası, yakın bir köyde (Karakadı Köyü Karabalçık Mahallesi) yapılıyormuş, tabi ki böyle bir fırsatı ıskalamadık. İşte o köy ve o köydeki ceviz helvası yapan küçük işletme.

Malyas Vadisi Irmağı’nda mola verip çivi gibi suya girmeye, kendimizi şoklamaya karar verdik, iyi ki de vermişiz. Şansımıza sadece üç dört ailenin, birbirinden onlarca metre aralıklarla serpiştiği bir ana denk gelmiştik. Doğa harikasında herkesten, her düşünceden uzak kendimizi dinlemenin tadına vardık. Tüm diğer cezbedici unsurları bir yere, sadece sunduğu bu doğal lezzetler için muhakkak ziyaret edilmesi gereken bir yer Kastamonu.
Malyas Vadisi ve Nehrinden Kareler :